Translate

30 Eylül 2019 Pazartesi

HASAN KEYF

Hasankeyf ne demek? Hasankeyf tarihi

Dicle Nehri üzerine yapılacak olan baraj nedeniyle kısa süre sonra sular altında kalacak Hasankeyf yanıyor! Kuru otların neden olduğu yangının söndürülmesi zaman aldı. Peki, 10 bin yıllık tarihe sahip Hasankeyf tarihi nedir? Hasankeyf ismi nereden geldi? İşte detaylar…

Hasankeyf ne demek? Hasankeyf tarihi
Kayalara oyularak bir yerleşim merkezi oluşturulan Batman ilçesi Hasankeyf, dünyanın dört bir yanından ziyaretçilerle turizmin önemli cazibe merkezleri arasında yer alıyor. Sular altında kalma durumuyla karşı karşıya olan Hasankeyf, kurulduğu tarihlerde ticaretin gelişmesine katkıda bulundu. Hasankeyf tarihi ve daha fazlası haberimizde.

HASANKEYF NE DEMEK?

Kayalara oyulmuş konutları nedeniyle, Süryânice Kifo uani kaya kelimesinden türetilmiş Kifos ve Cepha/ Ciphas isimleriyle bahsedilen şehir "Mağralar Şehri" ya da "Kayalar Kenti" anlamına gelen Arapça "Hısnı Keyfa" denilmiştir. "Hısn-ı keyfa" adı Osmanlılar zamanında Hısnıkeyf, halk arasında da Hasankeyf şekline dönüşmüş.
Hasankeyf, Batman'a bağlı, iki yakasını Dicle'nin ayırdığı tarihi bir ilçedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunan ilçenin tarihi, 10.000 yıl öncesine kadar gidiyor. ilçe, 1981'de doğal koruma alanı ilan edildi. Dicle nehrinin üzerinde yer alması ve ticaretin büyük bölümünün nehir üzerinden yapılması ilçeyi ticari ve ekonomik olarak önemli ölçüde geliştirdi.

HASANKEYF TARİHİ

Hasankeyf'in ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte tarihi antik döneme kadar dayanıyor. Hasankeyf höyüğünde yapılan çalışmalarda 3.500 yıldan 12.000 yıl öncesine kadar arkeolojik kalıntılara rastlandı. Yerleşim, Yukarı Mezopotamya'dan Anadolu'ya geçiş yolu üzerinde ve Dicle nehrinin kenarında kurulmuş olması nedeniyle stratejik bir öneme sahipti. MS 2. ve 3. yüzyıllarda sınır yerleşimi olarak Bizanslılarla Sasaniler arasında el değiştirdi. Diyarbakır ve çevresini ele geçiren Roma İmparatoru II. Constantius, bölgeyi Sasanilerden korumak amacıyla iki sınır kalesi inşa ettirdi. MS 363 yılında inşa edilen kale uzun süre Roma ve Bizans egemenliğinde kaldı. Hıristiyanlığın bölgede 4. yüzyıldan itibaren yayılmaya başlamasının ardından yerleşim Süryani piskoposluğunun merkezi durumuna geldi. Kadıköy Konsili tarafından MS 451 yılında Hasankeyf'teki piskoposluğa Kardinal unvanı verildi. Hasankeyf 640 yılında, Halife Ömer döneminde İslâm ordusu tarafından ele geçirildi.
Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler ve Mervaniler egemenliğinde kalan yerleşim 1102 yılında Artuklular tarafından ele geçirildi. Artuklu Beyliği' nin 1102-1232 yılları arasında başkentliğini yapan Hasankeyf, en parlak dönemini bu tarihlerde yaşadı. Artuklular döneminde imar edilerek kale kasabası özelliğinden kurtulup şehir haline getirildi. 1232 yılında Eyyubiler tarafından ele geçirilen yerleşim, 1260 yılında Moğollarca ele geçirildi ve tahrip edildi. Hasankeyf' in Eyyubi hakimi, Hülagü' ye bağlılığını bildirerek şehirdeki egemenliğini devam ettirebildi. Hasankeyf eski parlak günlerine kavuşamadı. 1462 yılında Uzun Hasan tarafından ele geçirilen şehir Akkoyunlu topraklarına katıldı. Akkoyunlular'ın zayıflamasıyla 1482 yılında Hasankeyf' te Eyyubi emirlerinin yönetimi yeniden başladı. Bir süre sonra Safeviler' in denetimine giren merkez, 1515 tarihinde Osmanlı topraklarına katıldı. 1524 yılına kadar Osmanlı yönetimine bağlı Eyyubi yöneticilerini idare ettiği Hasankeyf, bu tarihten itibaren Osmanlı idarecileri tarafından yönetilmeye başladı. 17. yüzyıldan itibaren ana ticaret yollarının değişmesi ve Osmanlı-İran savaşları sonucunda ticarette yaşanan duraklama neticesinde şehir önemini yitirdi. 1867 yılından sonra Mardin Midyat'a bağlı olan yerleşim, 1926 yılında Gerçüş ilçesine bağlandı. 1990 yılında Batman'ın il olmasıyla ilçe bu şehre bağlandı.

HASANKEYF GEZİLECEK YERLER

Tarihe ışık tutan Batman iline bağlı ilçe Hasankeyf'e gidecekler için gezilecek yerlerin listesi hayli kabarık. Kayalara oyulmuş yerleşim merkeziyle Hasankeyf Ören Yeri, Mor Aho Manastırı, İmam Abdullah Zaviyesi, Hasankeyf Mağaraları ve Kalesi, Zeynel Bey Kümbeti, Yol Geçen Hanı, El Rızk Camii, Sultan Süleyman Camii ilçede gezilecek yerlerin başında bulunuyor.


Medeniyetin beşiği olarak bilinen Verimli Hilal veya Yukarı Mezopotamya'nın stratejik kalesi Hasankeyf'in ilk konuklarının kimler olduğu bilinmiyor. Antik kentin üzerine kurulduğu kaya kütlesinin, Dicle Nehri ve onunla birleşen çevredeki küçük akarsuların 100 binlerce yıllık aşındırması sonucu meydana geldiği tahmin ediliyor.
Hasankeyf'in tarihi belgelerde geçen ismi ise burada yaşayan topluluklara göre değişiklik gösteriyor. Süryanice kaynaklarda Hesna Kepha olarak geçen ismindeki 'Kepha' kelimesinin, Süryanicede 'kaya' anlamını taşıyan 'kifo'dan geldiği tahmin ediliyor. Arapça'da ise Hisn Kayfa olan şehrin adı 'kaya hisarı' şeklinde tercüme ediliyor. Hisn Kayfa adı sonradan kısaltılarak Hisn Kayf olmuş, Osmanlı egemenliği altında ise Hasankeyf şeklini almış.
Katip Çelebi ise, buraya Ra's al Gul (Gülün başı) denildiğini yazıyor. İsme ilişkin yapılan 'Hasan'ın keyfi' veya 'hüsnü keyif' şeklindeki açıklamalar ise itibar görmüyor.
Antik kentin çevresindeki 6 bine yakın mağara, insanın ilk yaşadığı yerlerden biri olduğunu gösteriyor. Bir sığınak olduğu tahmin edilen antik kentin bilinen tarihi M.Ö. 8. yüzyıla dayanıyor. Mezopotamya'ya hakim konumu, içinden Dicle nehrinin geçmesi, yukarı kale bölümünün uçurumlar ile çevrilmesi, savunmaya elverişli mağaraları da, fiziki gücün hakim olduğu çağlarda, Hasankeyf'i kavimlerin paylaşamadığı bir yer haline getirdi.
Milattan sonraki ilk yüzyıllarda Hasankeyf, Bizanslılarla Sasaniler arasında zaman zaman el değiştirdi. 4. yüzyılın ortalarında Hasankeyf'e sağlam bir kale yapan Bizanslılar, 7. yüzyıl başlarına kadar buraya egemen oldu.
Hasankeyf Ortaçağ'da da stratejik ve askeri önemini korudu. Müslümanlar Hasankeyf'i Hz. Ömer döneminde M. 638 yılında ele geçirdiler. Halifeler dönemi ardından sırası ile Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Artuklular, Eyyubiler ve Osmanlılar buraya hakim oldu.
Hasankeyf tarihi önemini, M.S. 1101 yılında buraya hakim olan ve 130 yılı aşkın bir süre başkentlik yaptığı Artuklular döneminde kazandı. O dönem ticaretin önemli bir kısmının nehir yoluyla yapılması nedeniyle, Dicle Nehri üzerinde bulunan Hasankeyf de ticari açıdan Ortaçağ'ın Bağdat ve Şam gibi önemli şehirlerinden biri haline geldi.
Artukluların buradaki hükümranlığına 1231 yılında son vererek Hasankeyf'i ele geçiren Eyyübi Kürtleri, 1260'ta Moğol istilası ile karşılaştı. Moğallar, şehri harabeye çevirdi. Eyyubiler, 14. yüzyılın başlarından itibaren Hasankeyf'i yeniden imar etmeye başladı. Birçok eserde imzası bulunan Eyyubiler döneminde tarihinin en parlak dönemlerinden birini yaşadı.Kenti onlarca kavmin ya da insanlığın ortak mirası haline getiren ise, doğal yollardan oluşmuş mekanlar ve insan elinden çıkmış eserlerin birlikteliği. Eserlerin her şeye rağmen bir arada ve ahenk içerisinde bugüne kadar kalmalarının en önemli nedeni ise, burayı ele geçirenlerin, kendilerinden önceki yapıları yıkmadan, yanına kendilerine ait eserler yapmaları, yine bu eserleri yenileyip kendi medeniyetlerine ait motifler ile süslemeleri.
Hasankeyf, kalenin bulunduğu alanda yer alan Yukarı Şehir, Dicle'nin güney sahillerindeki teraslara yayılan Aşağı Şehir ve Dicle'nin kuzeyindeki teraslarda bulunan kent alanları ve mahalleler olmak üzere 3 ana bölüme ayrılıyor.
Antik kentte bulunan 6 bine yakın mağaranın dışında insan eliyle yapılmış eserlerin her biri bir dönemin kültürü, yaşamı ve mimarisine ışık tutuyor. Dev bir kaya kütlesi üzerinde bulunan Kale, Kale üzerinde bulunan Eyyübilere ait Ulu Cami, Büyük Saray ve Küçük Saray, tam olarak bilinmese de yapım tarihi Asurlular dönemine dayandırılan Taş Köprü, Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırılan El-Rızk Camii, Sultan Süleyman Camii, Eyyübilere ait Koç Camii, Hasankeyf'in sembollerinden ve Akkoyunlulara ait tek eser olan Zeynel Bey Türbesi bu eserlerin başlıcalarını oluşturuyor.
Hasankeyf'te ayrıca kime ait olduğu bilinmeyen tarihi kaya mezarlar, kaya evler, Ortaçağ'a ait 3 üniversitenin kalıntıları, kiliseler, gizli geçitler, kale ve kentin genelinin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan su yolları, yörede yakın zamana kadar tüm bölge buğdayının öğütüldüğü 30'u aşkın kayaya oyulmuş değirmen, eyvanlar ve kaleden Dicle'ye inmek için kullanılan ve kayaların yontulması ile oluşturulmuş 200 basamaklı merdiven bulunuyor.
Hasankeyf, Hristiyanlık ve İslamiyet açısından da önemli bir merkezdi. Tarihte başpiskoposluk olarak rol oynayan antik kentte yapılan camiler de İslami dönemde Yukarı Mezopotamya'da inşa edilen ilk İslami eserler. 2 bin yıllık geçmişi olan eserlerin dünyada benzer örnekleri bulunmuyor.
Hasankeyf'te yetişen bilginlerden bazıları şöyle; Alaaddin Haskefi, Ebu'l-Lutf Haskefi, El-Hatib el-Haskefi, Ahmet ibn Muhammed Haskefi...
Hasankeyf'te toprak altında da önemli eserlerin bulunduğu tahmin ediliyor. Katman katman üzerine kurulu olan antik kente ait birçok eserin de, şu anki yerleşim yerinin altında 3 veya 4 katman şeklinde bulunduğu biliniyor. Burada da kazı çalışması yapılabilmesi ve evlerin kaldırılması için kamulaştırma çalışmasının yapılması gerekiyor.
Ilısu Barajı'nın Hasankeyf dışında sulara gömeceği tarihi yerler ise kamuoyunca çok fazla bilinmiyor. Oysa çevreciler ve arkeologların üzerinde en fazla durduğu konulardan biri de bu. Barajın etkileyeceği alanda 37 bin 750 hektarlık bir alanda arkeolojik araştırma yapılması gerekirken, 1988-1991 yılları arasında yapılan araştırmalarda bu alanın sadece 7 bin hektarlık bölümü incelendi. İncelenen alan içerisinde ise 300'ü aşkın arkeolojik alan tespit edildi. Bunlardan 83'ü projeden doğrudan etkilenirken, diğer alanlar ise baraj gölünün aşındırma ve erozyon etkilerine açık olacak.
Bilimsel kaynaklara göre ilk aletli tarımın yapıldığı yer olan Dicle kenarında bulunan ve aynı zamanda baraj suları ile kaplanacak olan alanda gizli olan 100'e yakın höyük, Kalkolitik Çağ'a, Tunç Çağı'na ve en önemlisi Neolitik Çağ'a ait birçok bulguya ulaşılabilmesi açısından çok önemli. İlk çağlardan itibaren yerleşim alanı olarak kullanılan bölgede aynı zamanda İran, Arap Yarım Adası, Kafkaslar ve Anadolu arasındaki geçişi sağlayan çok sayıda geçit bulunuyor. Barajın yapılması durumunda insan türünün kökenleri, tarımın başlangıcı ve çok sayıda medeniyetin ayak izleri ve maddi varlıklarına dair olağanüstü kanıtlar da sular altında kalacak. 

30 Ağustos 2019 Cuma

Yarı Ömür

Yarı Ömür Nedir? Radyoaktif Maddeler Nasıl Yarılanır?

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Taş Devri





Taş Devrine Dair Uydurduğumuz Mitler

Taş Devri dendiğinde çoğumuzun aklına elindeki taşları birbirine çarparak ateş yakmaya çalışan bir mağara adamı gelir. Gerçekte bu, gülünç derecede eksik bir tasavvurdur. Yalnızca yetişkin erkeklerin taş alet yapıp kullandığı ve bu taşların antik dönem insanının kullandığı tek malzeme olduğu varsayılır.
Taş Devri homininleri muhtemelen Moğolistan Tarihi Ulusal Müzesi’nden bu dioramada olduğu gibi alet yapımında tahta ve diğer malzemeleri de kullandılar. C: Nathan McCord/Wikimedia Commons
Her iki varsayım da en iyi halde sorgulanır, en kötü halde ise tamamen yanlıştır.
Öncelikle, ham maddelerle ilgili kalıplaşmış algıları ele alalım. Kenya’da yapılan yakın tarihli keşifler en erken taş aletlerin 3.3 milyon yıl kadar eski olabileceğini gösteriyor. Çin’de yapılan diğer keşifler ise (örneğin taş baltaları keskinleştirmek için kullanılan) kemik aletlerin 115.000 yaşında olabileceğini ortaya koyuyor. Bu incelemelerden insan atalarımızın kemik gibi dayanıksız malzemelerden alet yapıp kullanmadan yaklaşık üç milyon yıl önce taş alet yapmış olabileceği çıkarımında bulunmak mümkün.
Peki, primat atalarımızın 3 milyon yılı aşkın, diğer bir deyişle kemik, tahta ve lif gibi bozunur malzemelerden alet yapmalarından 30 kat daha fazla bir süre yalnızca taş alet yapmış olması mümkün mü? Bu sorunun cevabı evet, ancak durumun böyle olduğunu düşünmek mantık çerçevesini aşıyor. Bu konuya sunulacak daha iyi bir açıklama taş aletler çok uzun süreler boyunca varlığını koruyabilirken bozunur malzemelerin zamana karşı dayanıksız olması.
Malzemelerin korunma oranlarındaki bu farklılık uzun süredir tarihöncesi dönemlere dair bilimsel anlayışımızı etkilemekte ve bu etki her zaman olumlu değil.
Danimarkalı arkeolog ve küratör Christian Jürgensen Thomsen, 1830’larda “üç çağ sistemi” tanımladı.  Thomsen bu yorumsal çerçevede, insanlık tarihini Avrupa’nın kuzeyindeki arkeolojik alanlarda bulduğu alet türlerine göre sınıflandırdı. O dönemde Thomsen’in elinde analizine rehberlik edecek radyokarbon tarihleme veya dendrokronoloji (ağaç halkalarını sayarak tarihleme) gibi kesin tarihleme yöntemleri yoktu. Onun yerine Thomsen üst düşüm, yani bir arkeolojik alanda bulunan en eski materyalin en derinde gömülü olacağı prensibini kullandı. Ofisinizdeki çöp kutusunu düşünün: haftanın sonunda pazartesi attığınız çöp en altta, çarşamba attığınız çöp ortada, cuma attığınız çöp ise en üstte olacaktır.
Thomsen oluşturduğu sistemdeki en eski döneme Taş Devri, bir sonraki döneme Tunç Çağı, son döneme de Demir Çağı adını verdi, tüm bu isimleri o dönemde bulduğu en yaygın aletler üzerinden vermişti.
Yaklaşık 30 yıl sonra, İngiliz bilgin Sir John Lubbock, Thomsen’in sınıflandırmalarına Paleolitik (Eski Taş Devri) ve Neolitik (Yeni Taş Devri) terimlerini de ekledi. 150 yılı aşkın bir süre, Thomsen’in üçlü çağ sistemi ve Lubbock’un eklemeleri müze sergileri, arkeolojik araştırmalar ve akademik yorumlamalar için kullanışlı oldu.
Taş Devri ismini bir arkeolojik döneme uygulamak o dönem insanının yalnızca taş alet kullandığına ilişkin anlaşılması pek de güç olmayan bir varsayım oluşturacaktı. Bu da anlayışımızı gereksiz yere sınırlayacaktı. Peki, bu erken dönem için nasıl bir terim kullanılmalıydı? İlk Taş Devri’ne ne dersiniz? Kulağa tuhaf gelebilir, ancak bu oldukça doğru bir terim.
Eğer bir hayvan taş alet üretmek için gerekli bilişsel yeterliliklere ve mekanik becerilere sahipse bu hayvan bitki lifleri, kürk, deri, kemik ve tahta gibi diğer malzemelerden de kaba aletler yapmaya gerekli beceri ve yeterliliklere sahip demektir. Önemli beceriler yardım gerektiren işlerin belirlenmesi ve bu ihtiyacın karşılanması için malzemelerin şekillendirilmesidir.
İnsan olmayan hayvanlar bile, bu Yeni Kaledonya kargaları gibi materyaller kullanıyor. C: Auguste von Bayern/Max Planck Institute for Ornithology
Maymun ve kargalar da dâhil birçok hayvan taştan ve diğer dayanıksız malzemelerden alet yapıp kullanabiliyor. İnsansı atalarımızın bunu yapamıyor olduğunu düşünmek pek de mantıklı değil.
Varlığını en uzun süre koruyan malzemenin taş olduğunu düşününce Thomsen’in üçlü çağ sistemindeki en eski dönemin taş aletler üzerine yoğunlaşmış olması hiç de şaşırtıcı değil. Bizi asıl şaşırtan iyi korunmuş bu aletleri yapanların diğer malzemelerin kullanışlı özelliklerini göz ardı etmiş olması. Bu mantıksal bir yanılgı. Kanıt yokluğu yokluğun bir kanıtı değil, özellikle de arkeolojide!
İkinci bir kalıplaşmış algı da cinsiyetle ilgili. Neden çoğu insan taş aletleri yalnızca erkeklerin kullandığını varsayıyor? Bu varsayımın kaynağı, Batı toplumunun erkeklerin avcı kadınlarınsa toplayıcı olduğuna dolayısıyla evde kalmaları gerektiğine dair baskın ancak indirgemeci algısı. Yakın bir zamana kadar arkeologların büyük bir çoğunluğunun erkek olduğu gerçeğini de hesaba katarsak kadın ve hatta çocuk emeğinin akademide yeterli dikkati çekmediğini görürüz. Geçmiş insan topluluklarının yeniden tasavvurunda kadın ve çocuklara görünmezlermiş gibi davranılıyor.
Kadınlar genellikle, arkeolojik kayıtlarda yaklaşık 10.000 yıl öncesinde görülen seramik yapımı ve sepetçilikle ilişkilendiriliyor. Peki, neden seramik ve sepet de taş alet değil?  Yoğun emek gerektiren seramik ve sepet üretiminin oturur vaziyette yapılmasını dolayısıyla kadınları eve bağlamasını bu durumun nedeni olarak göstermek mümkün.
Tarihöncesinde kadın ve çocukların da yaşadığı bir şüphe götürmez bir gerçek. Bu apaçık gerçeği tekrarlamak gülünç derecede gereksiz, ancak arkeologlar da dâhil birçok insan hala taş aletlerin kesin surette erkeklerin elinde olduğunu varsayıyor.
Conkey ve arkeolog Joan Gero’nun yaklaşık 30 yıl önce “Arkeolojiyi Doğurmak: Kadın ve Tarihöncesi” adlı eserlerinde gösterdiklerine göre erkek, kadın, çocuk, herkes taş alet yapıyordu. Bugün de tüm dünyada kadın ve çocuklar taştan aletler yapıp kullanıyor, bunun yakın tarihte ortaya çıkmış bir olay olduğunu düşünmenin bir sebebi yok.  
Geçmiş bir döneme “Taş Devri” diyen ve “avcı erkek” stereotipine karşı koymada başarısız olan modern dünya, arkeolojiye ve topluma bir kötülük yapıyor. Dünya çapındaki birçok insan toplumunda ikili cinsiyet rolleri bulunmuyor. Bazı Yerli Amerikan toplumlarında aralarındaki sınırlar kimi durumlarda değişebilen beş farklı cinsiyet tanımı bulunuyor. 
Evet, cinsiyete ilişkin genel yönelimler ve davranışsal modeller var, vardı, ancak Batı toplumunun modern üyeleri gözlerini dört açıp bakarlarsa sınırlandırılmış olsalar da erkek, kadın ve çocukların işi yapmak ve hayatta kalmak için ne gerekiyorsa beraber yapmış olduklarına dair kolayca kanıt bulabilir.
Bir dahaki sefer yeni bir keşif yapıldığını, belki de en erken taş aletin bulunduğunu duyduğunuzda durup bir düşünün. Bulunan muhtemelen en eskisi değildir, bugüne kadar bulabildiğimiz korunmuş en eskisidir. Ve yine bir dahaki sefer elindeki taş aletle bir şeyler yapan bir mağara adamı resmi gördüğünüzde aklınızda o adamın yerine bir kadını koyun ve bu resimde saklı olan anlamları keşfetmeye çalışın. Böylesi bir tasavvur olmadan, insan atalarımız gerçekte olandan daha basit bir varoluşa indirgenir.(Kaynak arkeofili)

badıka

Badıka Aşireti Diyarbakır sınırları içindeki büyük aşiretlerden biridir. Muş ilinde yaşayan Badıkalı sayıs oldukça fazladır. Bu aşiret...